29 Kasım 2008 Cumartesi

BÜYÜK MAVİ


Mavi Balina (Balaenoptera musculus), balinalar alttakımına ait bir deniz memelisidir. 34 metreye yakın boyu ve 180 metrik tonu aşan ağırlığıyla, tarih boyunca var olmuş en büyük hayvan olduğu düşünülmektedir.

Bir Mavi Balinanın sadece dilinin ağırlığı 2.7 ton civarındadır. Ağzına 90 ton su ya da yiyecek sığabilir. Ama Büyük Mavi’nin yutağı en çok bir basket topunun geçebileceği genişliktedir.

Mavi Balinanın 600 kilogramlık yüreği, bilinen en büyük yürektir. Balina yavrusu 10–12 ay süren bir gebelik döneminden sonra doğduğunda 2,700 kilogram, yani büyük bir hipopotama eş ağırlıktadır ve günde yaklaşık 400 litre süt içerek ve 24 saatte 90 kilogram alarak büyür.

Yaşam zincirinin en tepesindeki bu dev varlık, esas olarak yemek zincirinin en altında yer alan zooplankton türü hayvancıklarla, özellikle 1–2 santimlik krill denen minik karideslerle beslenir. Günde 3,600 kilograma yakın krill tüketebilir. Bunun için gündüzleri 100 metreden fazla derinliklere dalabilir, 36 dakikaya kadar su altında kalabilir.

Yaklaşık 80 yıl yaşadıkları tahmin edilmektedir.


krill (Meganyctiphanes norvegica)

Cummings ve Thompson adlı araştırmacıların 1971’de belirlediğine göre Büyük Mavi’nin çıkardığı ses kaynağında 155 ile 188 desibel arasındadır. 10 ile 40 Hertz arasında, 10 ile 30 saniye süren şarkılar söyler. Sri Lanka açıklarında kaydedilen bir grup Mavi, tıpkı yakın akrabaları Kambur Balinalar gibi, her biri 2 dakika sürebilen, dört notadan oluşan melodiler üretir. Bu seslendirmenin nedeni bilinmemektedir. Altı olası neden öne sürülmüştür:

  1. Bireyler arası mesafenin korunması,
  2. Tür ya da birey tanıma,
  3. Bağlamsal bilgi iletimi (beslenme, alarm, kur yapma gibi),
  4. Sosyal örgütlenme (dişi ve erkekler arsında irtibat çağrıları gibi),
  5. Topografik yapıları konumlandırma,
  6. Av kaynaklarını konumlandırma.


Yirminci Yüzyılın başına kadar tüm okyanuslarda çok sayıda Mavi Balina yaşamaktaydı. 1966’da uluslararası kamuoyu duruma el koyuncaya kadar kırk yıl boyunca soylarını tüketmecesine avlandılar. 2002 yılında yayınlanan bir araştırmaya göre dünya çapında en az 5 grup halinde yaşayan 5,000 ile 12,000 Mavi Balina kaldığı tahmin ediliyor.

27 Kasım 2008 Perşembe

ABİDİN

sen, mutluluğun websitesini yapabilir misin abidin?
işin html’sine kaçmadan ama
gül yanaklı faresini gezdiren
melek yüzlü sörfçünün resmini değil
ne
mavi ekranlı screensaver’da yüzen kırmızı balığın
ne de
al çeperli apple’ın

2008 yaz ortasındaki vista'nın resmini yapabilir misin?

çok şükür, çok şükür
bugünleri de gördüm
resetlesem gam yemem gayrinin
websitesini yapabilir misin üstad?


(Nazım'dan özürlerimle:))

25 Kasım 2008 Salı

THE ATLAS OF MISTY CONTINENTS

Çeviriden söz etmişken, son zamanlarda en çok keyif veren iş Milli Saraylar Dairesi için yaptığım, Güller Karahüseyin’in 19. yüzyıl Osmanlı sarayları aydınlatma araçları koleksiyonu üzerinde yaptığı “Bir Döneme Işık Tutanlar” başlıklı araştırmasını İngilizceye çevirmek oldu. Tamamlanmak üzere.

Ama bugüne kadar yapılmış en keyifli çevirilerin başında İhsan Oktay Anar’ın “Puslu Kıtalar Atlası”nı saymam gerekir. Bu ilginç macera bugünlerde yeniden gündeme geldi benim için.

1996 sularında kadim dostum Osman Yener vasıtasıyla keşfettiğim Atlas’a hayran olmuştuk. Sıklıkla her iki dilde de bir yazıya çok tutulunca onu diğer dile çevirme arzusu uyanır. Zamanla, İletişim yayınları için editörlük ve çevirmenlik yapan Osman’la Atlas’ın çevrilebilirliğini tartıştık. Anar Osmanlıca dağarcığına öyle bir sihirli çomak sokmuş ki, bu uykulu sözcükler Osmanlı’yı güncele taşıyan rengârenk bir mizahi örgü yaratmış (ne dedim ben?). Aslında sorun İngilizcede bu sözcüklerin olmaması değil, olması! Yani bizim bugün yaşayan dilimizde artık pek var olmayan bu sözcükler, bazen en ağdalı biçimlerde bile, İngilizcede var.

Oysa normal okuyucu için Puslu Kıtalar Atlası’nın atmosferini canlı tutan şeylerden biri, bu ‘zor anlaşılırlığı’ belki de, bu gizemli sözcüklerin küflerini üfleyip çözmekle uğraşmanın ayinsel, skolâstik havası. Biraz Eco’nun Salvatore’sinin konuştuğu karma dili deşifre etmenin keyfi gibi. Her iki yazar da kendi orta çağlarının gizemli karanlığını anlatırken bu aracı kullanıyor. Aynı aracın yarattığı mizahi tat da Anar’da daha yoğun. Nasıl olmasın ki? Gerçekten komik bir yolculuğa çıkacağımız romanın daha ilk cümlesinden bellidir, en Osmanlıcadan anlamayan okurun bile ilk cümlenin o ciddi – hatta ürkütücü – ağdasının içinde ‘ehli dubara’ gibi bir ifade görünce anlayacağı gibi. Sözlüğe başvurup, erbab-ı livata’nın da ne demek olduğunu öğrenen okur, artık bu kitabı bitirmeden elinden bırakamaz.

Dolayısıyla bu kitabın İngilizcesinin orijinali kadar komik ve gizemli olması beklenemez. Hatta İngilizcenin ‘aşırı anlaşılırlığı’ bir ölçüde yapıtın ‘anlaşılmazlık üstüne kurulu anlaşılırlığına’ ters düşebilir. Yine de kitabın tümünde olmasa bile, yazar upuzun cümlelerle, listelerle ve ağdalı sözcük seçimleriyle de aynı arkaik havayı yaratıyor, bunları İngilizcede yansıtmak da gayet mümkün. O halde:

“Ulema, cühela ve ehli dubara; ehli namus, ehli işret ve erbab-ı livata rivayet ve ilan, hikâyet ve beyan etmişlerdir ki kun-ı Kâinattan 7079 yıl, İsa Mesih’ten 1681 ve Hicretten dahi 1092 yıl sonra, adına Kostaniniye derler tarrakası meşhur bir kent vardır.”

…cümlesi;

“Gnostics, agnostics, and masters of duplicity, keepers of chastity, experts of inebriation, and connoisseurs of sodomy all have rumoured and de­clared, narrated and revealed that, 7079 years after the origin of the universe, 1681 years after Jesus the Saviour and 1092 years after the Hegira there was a city by the name of Kostantiniye, notorious for its racket.”

…olarak ifade edilebilir. Ne denli verbatim çevirmeye çalışsak da bazı kayıplar engellenemiyor; örneğin ‘kun-ı Kâinat’ aslında ‘orifice of the universe’ olmalı belki de! Ayrıca kasıtlı mı bilmem, ama Konstantiniye’nin de Kostantiniye diye yazılmış olması da bir ipucu bana göre, çünkü bugün bile etkili olan dilbilgimizdeki delikler de o arkaik ortaçağ karanlığının bir parçası sanki. Yine de Anar hicvinde sıkça duyulan bilgiç, ağdalı, yalan yanlış konuşan, doğruluğu bol kelime ve gereksiz ama rengarenk ayrıntı vermekten menkul o ses, bir ölçüde İngilizcede de tınlıyor sanki. Örneğin ‘connoisseurs of sodomy’, aynı ölçüde şaşırtıcı olmasa da, ‘ehli livata’ için fena bir karşılık değil.

İlk cümleyi aştıktan sonra üstüme vazife edip kitabı çevirmeye başladım, durup dururken. İş “Daha ne kadar gidebilirim?” gibi bir çalışmaya dönüştü. Biraz ilerleyince Osman ilk 15–20 sayfayı İletişim’e götürdü, onlar da bunu bir tanıtımlarına bastılar. Bu vesileyle Sayın Anar’da uğraşımdan haberdar oldu ve benimle temasa geçti. Böyle olunca da çeviriyi tamamlamak farz oldu. Bitirmeme 5–10 sayfa kala, Yapı Kredi Yayınları da bu işi desteklemeye karar verdi. Sonuçta, belki de hayatımda ilk kez, tamamen zevk için yaptığım bir iş karşılığında bana para ödenmiş oldu!

Ama Puslu Kıtalar Atlası ne yazık ki hala “İngiliz okurla buluşamadı”. Sanırım bunun asıl nedeni de konuyla ilgili kişilerin kitap pazarlama işlerine pek kafa yormamaları. Herhalde bir gün olur.

Derken bir yıl kadar önce, Anar virüsünü kapmış kadim dostlardan biri, üstat İlban Ertem müthiş bir projeye girişti: Puslu Kıtalar Atlası’nı resimli roman olarak çizmek! Bittiği zaman gerçek bir başyapıt olacak olan bu uzun soluklu – ve hayli sessiz – çalışmayı yakından izliyorum. Görüleceği gibi, Ertem’in yaptığı Atlas’ı kuru kuruya resimlemek değil, Anar’ın bu başyapıtının Türk yazınında açtığa çığıra koşut bir okul yaratıyor.

25 Kasım 2008 Salı

24 Kasım 2008 Pazartesi

PROJECT: KARAKUTU

myspace.com/turgutberkes
karakutu.info hala atıl, yeniden tasarlanıyor...








"Kış Neden Var?" ve "İçimizdeki DÜnya" - Esin Özbek

Farilya, Sonbahar


İstanbul’da paldır küldür bir hayat yaşarken birdenbire kendimizi bu cennet köşesinde bulalı yaklaşık üç ay oluyor.

Aklımızdan bile geçmezken, bir-iki gün içinde buraya gelmeye karar veriyoruz – hatta başka seçenek kalmıyor, karar kendini alıyor – ve geliyoruz.

Üstelik dünyanın bu köşesi oldum olası beni buraya çekmiş, ama bir gün, üstelik de şu anda bulunduğumuz noktasına, hem de seçeneksiz olarak gelip yerleşmek yine de olağanüstü bir durum.

Üstelik körün istediği bir göz, umulanın çok üstünde iki göz oda, bakla sofa vs. denize iki adım, plaj tenha, hayret! Deniz güzel ve bomboş, hayret!

Ürpertici bir biçimde de yepyeni bir yaşam bekliyor bizi; her şey hem aynı, hem tamamen farklı. Herkes yine gündelik işinin peşinde, ama doğa bastıracağa benziyor kış gelirken, böyle bir arka planın önünde yaşamak şimdiden çok çekici. Ama bir yandan da yalıtılmışlık duygusu yaşanacak besbelli, mevsim bittiği andan itibaren 60–70 kişiyiz bu mevkide. Araba falan da yok, dolayısıyla çok nadir olası dost ziyaretleşmelerinin dışında pek bir faaliyet olmayacak 5–6 ay boyunca.

Öte yandan istesem ne kadar yalıtabilirim ki kendimi? Telefon var, internet var, dünyayla her türlü temas var. Büyük şehirde olsam bundan daha fazlasını kullanabilecek miyim?

Ve gecenin sessizliğinde, yaratıcı sıvılar akabiliyor vallahi; şu mübarek Ramazan gecesinde, ben bu kıyıda oturmuş bu satırları yazıyorum. Tabii yine sapına kadar komünistim, sadece yukarıdan bu Akdeniz Kıyı Köyünde Müstakil Deniz Kenarı Villa Sahibi rolüne aktarılmışım şu sıralarda, ama yine asgari koşullarda yaşanacak, durum bu. Kışın nasıl ısınacağımız pek belli değil, mesela.

Yani cennetteyiz, ama her şey günlük gidişata bağlı. Bize böyle bir üs verildi ve “haydi bakalım ne yapacaksınız şimdi” dendi. Haydi bakalım. Her masaldan bir mesel çıkmalı.



BÖLGESEL ÇAĞRIŞIMLAR - I

Bölgenin yarattığı çağrışımlar çok güçlü. Buralara ilk 1969 yazında, lise son sınıf bitirmiş, evle papaz olmuş, bir velet olarak geldim. ’69 model Ankara/İstanbul karma çiçek çocuklarıydık biz bir nevi, yaşları 16 ile bilemedin 23 arasında, bazıları (benim gibi) İngilizce Timothy Leary ve Aldous Huxley’leri okuyabilecek kadar kolej mezunu, saçını uzatmış, ‘hippi olmuş’ tripten tribe koşan taze gençler… Onlar kendilerini bilirler… Adanın çeşitli bölgelerinde kamp kuran ve sık-sık karşılaşıp karışan toplam 40–50 kişiden bahsediyorum. Bu topluluk o günden bu güne bir yandan bazı zayiatlar vermekle beraber, ülkenin kültürüne derin katkıları olmuş kişiler üretmiştir.

Bu kişiler buralarda bölgeyi bizden önce keşfetmiş ‘turist’lerle de karşılaşırlar o bir-kaç yıllık ‘hippi dönemi’nde. 1968–72 arası ülkem ‘Yeni İpek Yolu’nun bir durağıdır, batıdan doğuya karayoluyla akın eden gezginlerin geçtiği ve bazıları da buraları bulmuştur bile. O yıllarda, uluslararası müzisyenler blues çalmıştır geceleri mendirekte.

Veletlerin hepsinde bir mono Philips kaset teyp vardır mutlaka. Pink Floyd “Echoes” dinlenir geceleri binlerce yıldızın altında, elektrik olmayan köylerde, King Crimson “Islands” dinlenir o mono teypten. Bir de torba dolusu kaset. Hemen hepsi orijinal plaktan korsan kopya elbette… Aynı yıllarda uçları git gide sivrileşen çeşitli renklerde ispirtolu kalemler pek revaçtadır, kopya kasetlerin boş kapaklarına, içerik hakkında bilgi yazma gereksinimi, resme yatkın birçok kişinin kapakları gitgide resimlerle süslemesine yol açar. Kaset kapağının alanının da küçüklüğü nedeniyle sanırım, aynı anda Huxley’nin Vermeer resimlerinde gördüğü moleküler yapıyla benzeştiği için ortaya çıkan bir nokta-nokta resim yapma tekniği, kısa zamanda herkese yayılır. Erken Türk Hippi Puantilizmi doğmuştur. Kim bilir kaç yüz kayıp kopya Neil Young ya da Jethro Tull albümü bu şekilde orijinal bir kapağa kavuşmuştur, acaba var mıdır yaklaşık örnekler kimsenin elinde? Dahası, bazılarımız bu işi gitgide abartarak ressamsı boyutlara getirmiştir, gerçek sanat eserleri üretmiştir, bu da bir gerçek.

Buraları adamı ressam eder, bu da ayrı bir gerçek.


(Bu nefis örnek Bodrum'lu Puantilist Usta Müfit Karzek'ten, "Nokta Vuruşları" www.mufitkarzek.com)

(08 Eylül 2008 Pazartesi)


Çeviri yapıyorum para kazanmak için. Pahalı bir çevirmenim. En pahalı çevirmenim belki. O yüzden çok az iş geliyor, az çalışıp, az kazanıyorum.

Esas olarak teknik, hukuk, tıbbi, tarihi, haber vs. işler paralı işler tabii. Edebi eserler de çeviriyorum. Türkiye’de edebi eser çevirisi çok para kazandıran bir iş değil. İngilizceden Türkçeye edebi çeviriler için genellikle komik ücretler ödeniyor. Türkçeden İngilizceye çevirdiğiniz zaman daha iyi kazanma şansınız var, ama burada da talep çok zayıf. İngilizceye çevrilmeyi gerektiren çok az Türkçe metin var maalesef.

Genel anlamda “teknik” bir çevirmen olduğumdan olsa gerek, literatim çevirme eğilimim kuvvetlidir. Çoğu edebi çeviride de asla sadık kalmak önemlidir. Örneğin Borges’in kelime seçimi o kadar ağırlıklıdır ki, beni hep sözcük temelinde çevirmeye zorlamıştır. Borges gibi bir sözcük kimyagerinin her sözüne sadık kalmak gerekir gibi gelir bana.

Bunları düşünürken Can Yücel’in şu Shakespeare çevirisine takıldım:

Sonnet 66

Tired with all these, for restful death I cry,
As, to behold desert a beggar born,
And needy nothing trimm'd in jollity,
And purest faith unhappily forsworn,
And guilded honour shamefully misplaced,
And maiden virtue rudely strumpeted,
And right perfection wrongfully disgraced,
And strength by limping sway disabled,
And art made tongue-tied by authority,
And folly doctor-like controlling skill,
And simple truth miscall'd simplicity,
And captive good attending captain ill:
Tired with all these, from these would I be gone,
Save that, to die, I leave my love alone.

66. Sone

Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,
Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.
Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,
Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,
O kız oğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,
Ezilmiş, hor görülmüş el emeği, göz nuru,
Ödlekler geçmiş basa, derken mertlik bozulmuş,
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adin,
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen' e
Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama
Seni yalnız komak var ya, o koyuyor adama.

Literatim olmaktan bu kadar uzak, bu kadar harika bir çeviri olur! Neredeyse baştan yazmış Can Baba İngiliz Ozan’ı, ama yüzyıllar ötesinden bugüne sanki aynı duyguyu, atmosferi taşımış, aynı şeyi söylemiş, hatta daha güzel mi söylemiş ne! Sadece Türkçeleştirmekle kalmamış, Türkleştirmiş de aynı anda, ama evrenselliğine zerre dokunmadan.

(24 Kasım 2008 Pazartesi)