28 Nisan 2009 Salı

Bir Şeye Yaramaz Şarkılar

25 Nisan 2009 Cumartesi akşamı KARGA MECMUA’nın Ghetto / Session’da düzenlediği partiler dizisinin ikincisinde KARAKUTU bir konser verdi. Bu vesileyle Karga Mecmua’nın Nisan sayısında bu gariple yapılmış bir röportaj yayınlandı. Tam metni aşağıda:


ŞARKILAR BİR ŞEYE YARAMAZ

- Karakutu Rolling Stone dergisinde "Kadri kıymeti bilinmemiş 15 albüm" listesine girmiş. Sizce de öyle mi? Daha doğrusu neredeyse 10 yıllık bir süreçte gelen tepkileri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hem öyle, hem değil. Elbette daha çok dinleyene ulaşmayı gönül isterdi, ama sayıları değil, niteliği hedeflemişiz. Çok satsak bu kez “nerede hata yaptık?” diyeceğim. Özgüven eksikliği. Aynı biçimde çok iş yapan, sağlam para indiren bir “sanatçı” olsam, bu kez Karakutu müzisyenlerinin para için çaldığını düşüneceğim. Para kazanmak bu projeye dâhil olanların akıllarındaki en son şey olunca, “kıymetim biliniyor” hissine kapılıyorum.

- Yazma rutininiz nasıl? Karakutu’daki şarkılar uzunca bir dönemde çıkmış şarkılar. Bu vakit sıkıntısıyla ilgili bir durum mu yoksa doğru zamanı beklemek amaçlı mı?

Yazma rutini başladın mı bitmeyen bir takıntı süreci. Yani, “yahu yeni albüm yapmak lazım, bir iki şarkı icat edeyim” biçiminde değil, tam tersine, durduramadığım bir süreç. “Yaş olmuş 55, zaten belki yüz, belki iki yüz kişi ilgileniyor, sponsor yok, plak şirketi yok, her şey cepten. Ne anlamı var ha bire şarkı üretmenin?“ diyorum, ama kafa durmuyor. Kafada üretmek özel bir vakit ayırmayı gerektirmiyor, ama bunları gerçekleştirmek için ayırabildiğim vakit maalesef hayatımın yüzde biri falan.

- Albümü internetten yayınlamak fikri, aracıları ortadan kaldırmak amaçlı mı? Internet ve MP3 teknolojisinin dinleyici ulaşma konusundaki avantaj veya dezavantajları hakkında neler diyebilirsiniz? Plak şirketleri ölü mü artık?

Aracılar kendilerini ortadan kaldırdı zaten. Internet olmasa şarkıları kaydetmeye girişmeyebilirdim. Internet sadece benim dinleyicime özgürce ulaşmak için bir araç olmanın dışında, böyle bir dinleyicim olduğunu fark etmemi sağladı ki, bu da her şeye rağmen devam etmek için yeterli neden.

- Şarkıları siteye tamamlandıkça koydunuz. Albümü bir bütün yerine şarkı-şarkı algılamak nasıl bir fark yaratacak sizce? Tüm şarkıların tamamlanması ile ilgili bir tarih var mı kafanızda?

Proje iman gücüyle gerçekleştirildiği için herhangi ciddi bir program yürütmek olanaksız. Devlet, polis, ev sahibi, market, işveren, yönetici, vergi dairesi, belediye ve tüm diğer ülke koşulları izin verdikçe parçaları kaydediyoruz. Şarkıları tamamlandıkça koymak İnternetin açtığı bazı kapıları kullanmak fikrinden kaynaklandı: Birincisi, meraklısı için, albümün gelişme aşamalarının yaşanması. Bir diğeri, İnternetin “sıvı” bir medya olması, yani buraya koyduğunuz hiçbir şey “son hal” olmak zorunda değil. Herkes farkında olmayabilir ama çeşitli aşamalarda upload edilen şarkılar aslında hafifçe farklı mixler olabiliyor. Dolayısıyla albüm – belirsiz bir tarihte tamamlanmak bir yana – bir gün herhangi bir “hard copy” formatta yayınlanırsa, o zamanki “son hal” mixleri de farklı olabilir.

- Müzik dışındaki işlerden hayatınızı kazanıyorsunuz. Bu olaya bakışınızı nasıl etkiliyor? Daha doğrusu genel anlamda Türkiye'de profesyonelliğin hala tam oturmaması çıkan işleri nasıl etkiliyor?

Müzik dışında işlerle – esas olarak çevirmenlikle – hayatımı kazanabiliyor olmamı bu ülke koşullarında büyük bir şans olarak görüyorum. Müzikle hayatımı kazanmak zorunda kalsam, ya ben yanmıştım, ya da müziğim. Elbette keşke bütün vaktimi müziğe ayırabilseydim, ama bu çok şey istemek olurdu. Türkiye’de profesyonellik gayet güzel oturmuş, da nereye oturmuş ayrı mesele. Çok şükür hala, biraz da olsa, amatörlük var da iyi şeyler çıkıyor. Çoğunlukla da, maalesef, bu durum profesyonel olana kadar sürüyor.


- Çoğunluk sizi bir müzisyen, söz yazarı, prodüktör olarak bilse de, önemli bir çevirmensiniz ve ressamlık da profesyonel uğraşınız. Bu uğraşlar arasında bölünüyor musunuz? Yoksa hepsi birlikte mi yürüyor?

Herhangi bir sabit gelirim olmadığı için çeviri işi geldiği sürece yaşayabiliyorum, bu nedenle öncelik orada. Resim yapmak ise müzikten bile daha masraflı bir uğraş, çok uzun zamandır yapamıyorum. Çok da doldum, yeniden resim yapmanın bir yolunu bulacağımı umuyorum.

- Sizi şahsen tanıyanlar sizin için “ayaklı kütüphane” tabirini kullanıyorlar. Bu bilgi birikimi dışında pek çok alanda bilginizi paylaşmanızla da oldukça saygı duyulan birisiniz. Bu bilgiler ışığında birlikte çalıştığınız onlarca genç müzisyeni de düşününce; yeni kuşak müzisyenleri, müzik ortamını, paylaşımı nasıl buluyorsunuz?

Az önce sözünü ettiğim “ülke koşulları” düşünülürse, yeni kuşaklara çoğunlukla hayranlık duyuyorum. Artık büyükşehirlerin dışında, memleketin her köşesinde dürüst müzik yapmak isteyen ve gerekli eğitim ve kültüre sahip olmaya kendini adamış binlerce genç insan var. Bu çok umut verici…

- Türkiye'deki canlı müzik sahnesini nasıl buluyorsunuz? Kendi konserleriniz veya gittiklerinizle ilgili izlenimleriniz?

Aynı gelişime koşut olarak canlı müzik sahnesi de gelişiyor elbet, müzisyenler de, dinleyici de daha iyi bir ses duymak istiyor. Sahnede çok inandırıcı bulduğum gruplar var artık; Pentagram, Duman, Mor & Ötesi, Kaçak mesela. Bu konuda sınıfta kalan ise performans barları: bugüne kadar sahnede “oh be ne iyi ses çıktı” dediğim bir yer olmadı, monitör sorunu yaşamadığım tek konser Babylon oldu sanırım, bir de Masstival’de dış ses iyiydi galiba. Ama barların çoğu hala rezalet durumda, şu işleri halletseler artık!

- Dünyadaki yeni müziklerle aranız nasıl? Yeni sanatçılardan sizi etkileyenler isimler var mı?

Gerçekten “yeni” denebilecek çok az şey var. Bu kapsamda şu an aklıma gelenler Björk ve Battles. Bir de yaptıkları çok yeni bir müzik olmasa da çok beğendiğim birçok yeni sanatçı var, Muse, Mars Volta, DJ Shadow, DJ Spooky, Placebo, Sigur Ros, Wolf Mother, Ian Brown, Tool, Perfect Circle, Esbjörn Svennson (ruhu şad olsun) sayabilirim.

"Tarih Kadar Hayal, Rüya Kadar Gerçek"



25 Nisan 2009 Cumartesi günü İstanbul Bilgi Üniversitesi bünyesinde, bu isim altında bir sempozyum düzenlendi. Sempozyumun konusu, hepimizin hastası olduğu yazar İhsan Oktay Anar’dı. Anar’ın dünyasını paylaşmak için bir araya gelen birçok yazar, düşünür ve sanatçı arasında, köleniz de konuşmacı olarak yer aldı, daha önce bu blogda okumuş olabileceğiniz “Puslu Kıtalar Atlası” çevirisiyle ilgili kısaca ahkâm kesti. Bu konuşmanın tam metnini buraya naklediyorum, bunun zaten büyük ölçüde daha önce yazdıklarımdan harmanlanmış olduğunu da belirtelim.



Atlas'ı “Frenkçeye” Çevirmek

Sayın katılımcılar ve konuklar, öncelikle Sayın İhsan Oktay Anar’ın harika yapıtı “Puslu Kıtalar Atlası”nı İngilizceye çevirmek için yaptığım girişime değer vererek bugün burada bulunmama neden olan; Yazara, Bilgi Üniversitesine ve Sayın Akın Tek’e teşekkürlerimi sunarım.

Her ne kadar çoğunlukla hayatımı Türkçe ve İngilizce dilleri arasında çeviri yaparak kazansam da, çok fazla edebi çeviri yapmadım. Ama bugüne kadarki çalışmalarımın bir muhasebesini yaparsam, üzerinde çalıştığım en keyifli işlerin başında “Puslu Kıtalar Atlası”nı saymam gerekir.

1996 sularında kadim dostum Osman Yener ile birlikte, onun vasıtasıyla keşfettiğim Atlas’a hayran olmuştuk. Sıklıkla, bildiğim her iki dilden birinde yazılmış bir yazıya çok tutulunca, onu diğer dile çevirme arzusu uyanır. Zamanla, İletişim yayınları için editörlük ve çevirmenlik yapan Yener’le Atlas’ın çevrilebilirliğini tartıştık.

Bir 17. yüzyıl Fransız eleştirmeninin edebi çeviri üstüne söylediği bir söz var: "les belles infidèles". Buna göre bir çeviri, tıpkı bir kadın gibi; ya güzel, ya da sadakatli olabilir, ikisi birden olamaz. Çeviride, özellikle edebi çeviride, öncelikli sorun “sadakat” ile “saydamlık” arasındaki dengeyi bulmaktır. Genel olarak “iyi” çeviri, “saydam” çeviri olarak kabul edilir. Hele edebiyat dışı, örneğin bir tıp çevirisinde aranan “sadık çeviri” değil, “idiomatik” çeviridir. Edebi olmayan bir metni çevirirken, metnin yazarının seçtiği sözcükleri değil, anlatılan şeyin meali aktarılmaya çalışılır. Edebi çeviride de bunu yapmak olasıdır, ama cesaret ister!

Daha doğrusu, gerçek bir edebi yazarın eserini bir diğer dile idiomatik olarak aktarmak, kaynağınki kadar güçlü bir yazarlık gerektirir. Buna örnek olarak Can Yücel’in Shakespeare çevirileri gösterilebilir. Yücel’in 66. Sone çevirisi[1] “aşırı derecede saydam” denebilecek bir çeviridir. Yani İngilizceye geri çevrilse, Shakespeare ile alakası kalmayabilir. Birçoğumuz bunu yanlış bulabilir, ama bence bu, Can Yücel’in kötü bir çevirmen değil, Shakespeare kadar büyük bir yazar olduğunu gösterir!. Yücel Shakespeare’i çevirirken Ozan’ın seçtiği sözcüklere sadık kalmakla hiç uğraşmamış, ama anlattığı şeyi, Türkçe anlatmış; neredeyse denebilir ki, daha bile güzel olmuş.

Dolayısıyla, bence edebi bir çeviri yaparken tümüyle idiomatik çalışacağım diyorsanız, çevirdiğiniz yazara yakın düzeyde bir yazar olmanız gerekir. Kendimi asla gerçek bir yazarla aynı kefeye koyamayacağım için, benim seçtiğim yol ise tam tersi: olabildiğince sadık olmaya çalışmak. Hatta diyebilirim ki, bana çekici gelen de zaten böylesine bir sadakat gerektirdiğini düşündüğüm metinleri çevirmek. Elbette amaç kaynaktaki anlamı hedef dile aktarmak olmalı, ama bana heyecan veren, bunu yaparken yazarın söz seçimine azami sadık kalmaya çalışmak. Ya da, 19. yüzyıl Alman felsefeci Friedrich Schleiermacher’ın deyimiyle, “yazarı okuyucuya yaklaştıran” (yani saydam) bir çeviri değil de, “okuyucuyu yazara yaklaştıran” (yani kaynağına sadık) bir çeviri yapmak. Anar’ın yapıtına yaklaşımım da bu oldu.

Ancak buradaki özel sorunsal, yazarın nevi şahsına münhasır tarzından çok, kullandığı dilin kendisiydi. Anar Osmanlıca dağarcığına öyle bir sihirli çomak sokmuş ki, bu uykulu sözcükler Osmanlı’yı güncele taşıyan rengârenk bir mizahi örgü yaratmış. Aslında sorun İngilizcede bu sözcüklerin olmaması değil, olması! Yani bizim bugün yaşayan dilimizde artık pek var olmayan bu sözcükler, bazen en ağdalı biçimlerde bile, ve günlük dilde pek kullanılmasalar da, İngilizcede var.

Oysa normal okuyucu için Puslu Kıtalar Atlası’nın atmosferini canlı tutan şeylerden biri, bu ‘zor anlaşılırlığı’ belki de, bu gizemli sözcüklerin tozlarını üfleyip çözmekle uğraşmanın ayinsel, skolâstik havası. Biraz Eco’nun Salvatore’sinin konuştuğu karma dili deşifre etmenin keyfi gibi. Her iki yazar da kendi orta çağlarının gizemli karanlığını anlatırken bu aracı kullanıyor. Aynı aracın yarattığı mizahi tat da Anar’da daha yoğun. Nasıl olmasın ki? Gerçekten komik bir yolculuğa çıkacağımız romanın daha ilk cümlesinden bellidir, en Osmanlıcadan anlamayan okurun bile ilk cümlenin o ciddi – hatta ürkütücü – ağdasının içinde ‘ehli dubara’ gibi bir ifade görünce anlayacağı gibi. Sözlüğe başvurup, erbab-ı livata’nın da ne demek olduğunu öğrenen okur, artık bu kitabı bitirmeden elinden bırakamaz.

Dolayısıyla bu kitabın İngilizcesinin orijinali kadar komik ve gizemli olması beklenemez. Hatta İngilizcenin ‘aşırı anlaşılırlığı’ bir ölçüde yapıtın ‘anlaşılmazlık üstüne kurulu anlatımına’ ters düşebilir. Yine de kitabın tümünde olmasa bile, yazar upuzun cümlelerle, listelerle ve ağdalı sözcük seçimleriyle de aynı arkaik havayı yaratıyor, bunları İngilizcede yansıtmak da gayet mümkün.

O halde:

“Ulema, cühela ve ehli dubara; ehli namus, ehli işret ve erbab-ı livata rivayet ve ilan, hikâyet ve beyan etmişlerdir ki kun-ı Kâinattan 7079 yıl, İsa Mesih’ten 1681 ve Hicretten dahi 1092 yıl sonra, adına Kostaniniye derler tarrakası meşhur bir kent vardır.”

…cümlesi;

“Gnostics, agnostics, and masters of duplicity, keepers of chastity, experts of inebriation, and connoisseurs of sodomy all have rumoured and de­clared, narrated and revealed that, 7079 years after the origin of the universe, 1681 years after Jesus the Saviour and 1092 years after the Hegira there was a city by the name of Kostantiniye, notorious for its racket.”

…olarak ifade edilebilir. Ne denli bire bir çevirmeye çalışsak da bazı kayıplar engellenemiyor; örneğin ‘kun-ı Kâinat’ aslında ‘orifice of the universe’ olmalı belki de! Ayrıca kasıtlı mı, yoksa dizgi hatası mı bilmem, ama Konstantiniye’nin Kostantiniye diye yazılmış olması da bir ipucu bana göre, çünkü bugün bile etkili olan “dilbilgimizdeki delikler” de o arkaik ortaçağ karanlığının bir parçası sanki. Yine de Anar hicvinde sıkça duyulan bilgiç, ağdalı, yalan yanlış konuşan, doğruluğu bol kelime ve gereksiz ama rengarenk ayrıntı vermekten menkul o ses, bir ölçüde İngilizcede de tınlıyor sanki. Örneğin ‘connoisseurs of sodomy’, aynı ölçüde şaşırtıcı olmasa da, ‘ehli livata’ için fena bir karşılık değil.

İlk cümleyi aştıktan sonra üstüme vazife edinip kitabı çevirmeye başladım, durup dururken. İş “Daha ne kadar gidebilirim?” gibi bir çalışmaya dönüştü. Biraz ilerleyince Osman Yener ilk 15–20 sayfayı İletişim’e götürdü, onlar da bunu bir tanıtımlarına bastılar. Bu vesileyle Sayın Anar’da uğraşımdan haberdar oldu ve benimle temasa geçti, son derece nazik bir biçimde destek oldu. Böyle olunca da çeviriyi tamamlamak farz oldu. Bitirmeme 5–10 sayfa kala, Yapı Kredi Yayınları da bu işi desteklemeye karar verdi. Sonuçta, belki de hayatımda ilk ve son kez, tamamen zevk için yaptığım bir iş karşılığında bana para ödenmiş oldu!

Ama Puslu Kıtalar Atlası ne yazık ki hala “İngiliz okurla buluşamadı”. Sanırım bunun asıl nedeni de konuyla ilgili kişilerin kitap pazarlama işlerine pek kafa yormamaları. Umarım bir gün bu düş de gerçek olur.



[1] Sonnet 66

Tired with all these, for restful death I cry,
As, to behold desert a beggar born,
And needy nothing trimm'd in jollity,
And purest faith unhappily forsworn,
And guilded honour shamefully misplaced,
And maiden virtue rudely strumpeted,
And right perfection wrongfully disgraced,
And strength by limping sway disabled,
And art made tongue-tied by authority,
And folly doctor-like controlling skill,
And simple truth miscall'd simplicity,
And captive good attending captain ill:
Tired with all these, from these would I be gone,
Save that, to die, I leave my love alone.

66. Sone

Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,
Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.
Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,
Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,
O kız oğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,
Ezilmiş, hor görülmüş el emeği, göz nuru,
Ödlekler geçmiş basa, derken mertlik bozulmuş,
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adin,
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen' e
Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama
Seni yalnız komak var ya, o koyuyor adama.

16 Şubat 2009 Pazartesi

DİKKAT, AYI!


90’ların sonunda İngilizce orijinalini okumuştum, Belkıs Dişbudak Çorakçı’nın çevirisi “Ayı Eve DönüyorAksoy Yayıncılık tarafından 2001’de yayınlanmış. Yazarı, 1946 doğumlu New York sakini, müzisyen (caz davulcusu) ve müzik eleştirmeni Rafi Zabor (1977’den beri meşhur “Musician” dergisinde).

Bu şaşırtıcı roman New York’un göbeğinde bir ayı oynatıcı ve ayısının sokak performansıyla açılıyor. Ayı bizim çok aşina olduğumuz “hamamda kızlar nasıl bayılır?” türünden numaralar yapıyor, sonra da ağzında tuttuğu şapkayla bahşiş topluyor. Siz, “New York’ta böyle bir şey var mı yahu?” derken, mesai bitiyor, ayı ve sahibi evlerine dönüyor. İçeri girerken ayı burnundaki halkayı çıkarıp bir kenara fırlatıyor, sahibi ise mutfağa girip buzdolabını açıyor. Ayı yorgun bir halde kendini koltuğa atarken, ayıcı mutfaktan sesleniyor, “bir bira içer misin?” Ayı, “evet, ver bir tane” diyor.

Yani ayı konuşuyor. Okudukça anlıyoruz ki, konuşmakla da kalmıyor, çok akıllı uslu laflar ediyor ayı. Ortalama New Yorklu bir entelektüel ayımız! Bununla da kalmıyor, ayı müthiş saksafon çalıyor!

Nitekim gecenin geç saatlerinde ikili çıkıp, kapanmakta olan caz kulüplerini dolaşıyorlar. Koca ayı yeterince ürkütücü, ama bir de konuştuğu duyulursa insanlar kalp krizi geçirebiliyor; zaten ayının üstün özelliklerini gizli tutmak gerekiyor. Ama müşteriler gittikten sonra hala kulüpte takılan usta cazcılar nedense ayının ayılığından hiç etkilenmiyor, sanki onun ayı olduğunun farkında değiller. “Benim ayı altocu, sizinle jam yapmak istiyor” deyince, cevap, “çalabiliyorsa buyursun.” Rafi Zabor, keyifli bir biçimde, tanınmış cazcı isimleri kullanmış kitapta. Ayımız sıklıkla Lester Bowie, Ornette Coleman, Billy Hart ve Charlie Haden gibi isimlerle düşüp kalkıyor. Stüdyoya girip,"Blues in Ursa Minor" adlı bir albüm kaydediyor.

Zabor’un 1979’da İstanbul’da şahit olduğu bir Çingene/ayı performansından aldığı esinle Konya’da yazdığı, her bölümü Rumi’den birkaç satırla açılan bu Pen/Faulkner ödüllü öykü, bu derin ve düşünceli, hassas ruhlu ayının kökenleri ve gelişimini, müzik ve aşk yaşamını, kent ile doğa arasında gidip-gelmelerini anlatıyor. Âşık olduğu kadınla (insan) birkaç sayfa süren bir sevişme tasvirinin tuhaflığından, kendisini reddedilmiş hissedince evin bodrumunda kış uykusuna yatmaya karar vermesindeki şirinliğe kadar çok eğlenceli öğeler taşıyor.

14 Şubat 2009 Cumartesi

Hizb-ul Hayyam


Yaşadığımız bu toprak parçasının geçirdiği değişimi anlatmaya kitaplar yetmez. Onlarca, yüzlerce, hatta binlerce yıldan süzülen edim ve deneyler bir zirve noktasına gelmekte sanki. İnsanlar kitleler halinde sürükleniyor, güdümleniyor, öldürülüyor vs. İşler bombok, kafalar karmakarışık. Kişiler aidiyetlerini şaşırmış, hatta keçileri kaçırmış durumda. En akılcı bulgularla en aptalca kör inançlar bir arada. Umberto Eco Yeni Ortaçağ’da olduğumuzu söylüyor. Gerçekten de insanlığın çoktan aşmış olması gereken kara cehalet her yeri sarmış durumda.

Öte yandan bu kargaşa içinde bazı şeyler biraz daha berraklaşıyor. Kimse ne yaptığını bilmeyince, bu ortak paydada buluşuyor. Ama bilinçsizliğin de alanları varmış gibi göründüğünden - farklı insanların bilinçsizlikleri farklı ejderhalar tarafından beslendiği için – kendi aralarında hizipleşiyorlar. Biri ‘bu taraf’ oluyor, diğeri de ‘öteki taraf’.

Bir de ‘taraf’ olmayanlar var. ‘Tarafsızlık olmaz’ diyor diğer taraftarlar.

Lübnanlı harika yazar Amin Malouf’un ‘Semerkand’ını* okudunuz mu? Aslında bu, üstünde çok söylentiler oluşmuş bir tarihi gerçekliğin öyküsü; üç adamın; Bunlardan biri İran Selçuklularının Baş veziri Nizam-ül Mülk, diğeri Terörizmin Piri Hasan Sabah, sonuncusu da büyük şair ve matematikçi Ömer Hayyam.

Günümüzün aynasında hiçbir şeyin değişmediğini görebilirsiniz. Hangisi olmak isterdiniz bu üç adamdan?

Bunlardan biri, “bu taraf”, istilacı Türklerle işbirliği yaparak ülkeyi çekip çeviren “büyük askeri deha” ve stratejici, statükonun adamı,

Diğeri “karşı taraf”, işgalcilere karşı ulusal direnişin temsilcisi, kimine göre kahraman, kimlerine göre terörist,

Sonuncusu ise “tarafsız”, vaktini şiir, düşünce, matematik, astronomi gibi “boş” şeylerle geçiren bir ehil keyif kişi…

Şöyle bir casting yapılabilir:

Melik Şah = Obama Bushson
Nizam = Recep Devlet Baykal & tüm Ortadoğulu işbirlikçiler
Hasan = Apo Bin Ladin el hatta Perinçek
Hayyam = Ben.

Kimlerin arasında kalmışım, üstelik de illa birinden taraf görünmeye zorlanıyorum. Arkadaşlar sağ olsunlar aralarında hırlaşıp sonra bana dönüp, “sen hangimizden yanasın lan?” diyorlar.

Yalnız mıyım burada?

Çünkü yalnızsam, eh artık her türlü biyometrik ölçüte göre tamamen bir arızadan ibaret olduğumu kabul edeceğim. “Pekâlâ” diyeceğim, daha olmazsa bu tarafa ya da şu tarafa tutunuvereceğim.

Ama pek yalnız da değilim galiba. Hatta en kalabalık biz miyiz ne?

Tek başına “tarafsızlık” kabul edilmez bir şey madem; bir “taraf tutmayanlar tarafı” mı oluşturmak lazım belki de? Bir Hayyamist Cephe…

Sloganımız, “Fark etmez” olabilir. Çünkü tarafların arasında fark yoktur. Bir tarafta dünyaya dayatılan korporatist sistemi yaşatmak için dünyanın iliğini sömüren emperyalist işgalcilerin ve işbirlikçilerinin arasındaki çöplük kavgası; yani benim tepemde faşistlerin mi borusu ötsün, yoksa şeriatçıların mı meselesi. Ve kitlelerin, sanki bu kavgadan bir çıkarları olabilecekmiş gibi bunlara taraf olup olan bitene aval-aval bakması.

Öte yandan sorunların çaresi değil, parçası, hatta baş müsebbibi olma rolüne indirgenmiş, “imha” edilmeye koşullandırılmış muhalif gruplar. Şu ya da bu fikre ait olup da “asıl taraf”a kendini özümsettiremeyenler; dağa çıkıyor bunlar, çıkmayanı da sivil-mivil demeyip gebertebiliyorlar. Gerilla gibi görünüp Mafya gibi olabiliyorlar. Hepsi birbirine düşman!

Zaten herkes birbirine düşman, Ergenekon terör örgütü, ama PKK bu örgütün yargılanmasını alkışlıyor. “Düşmanımın düşmanı benim de düşmanım, ya da dostum da olabilir, belli olmaz” felsefesi hüküm sürüyor. Bundan ala ortaçağ mı var?

Biz kalkmışız bu dünyada müzik falan düşünüyoruz.

http://www.amazon.ca/Samarkand-Amin-Maalouf/dp/0349106169


Binlerce insan toplanalım bir yerde, ellerimizde Hizb-ul Hayyam bayrakları, “sonsuza kadar muhalif” pankartları, üstümüzde “tarafsız ve yararsız” tişörtleri, hep birlikte “Fark etmez! Fark etmez!’ diye tempo tutalım diyorum

14 Ocak 2009 Çarşamba

APC "Turgut"


"(...) had the good fortune to discover a new category of structures that occur only in a certain region of Mars. We are calling these 'Anomalous Pit Craters' (APCs). They are huge and mysterious dark pits (~50 to 250 meters across and sometimes more than 250 m deep) that may open into large underground caverns and likely provide access to large cave networks. We are trying to get funding to study a few similar structures that formed in Hawaii.

(...)So as of now, you may be interested to know there is a mysterious deep dark pit on Mars named 'Turgut' (at coordinates: 239.64 E, 1.67 S, photo attached).

(...)You can see the original spacecraft observations of the scene here:

http://themis-data.asu.edu/img/V27475001
http://themis-data.asu.edu/img/V27188001

http://www.agu.org/pubs/crossref/2007/2007GL030709.shtml"